30 Aralık 2017 Cumartesi

Chopin ve Bisiklet

   Chopin ve Bisiklet

    İlk okuduğunuzda belki bu iki kelimeyi bir arada görmek size birşey ifade etmeyecek ama yazdıklarımın tümünü okuduğunuzda başa dönüp başlığı tekrar okursanız öyle olmayacağına eminim. 

    Dünyada her insan tarzı her ne olursa olsun, içinde kendinden, hayatından, yaşanmışlıklarının getirdiği tecrübelerden ve bildiklerinden kesitlerin olduğunu düşündüğü müzikleri dinler. Muhakkak ki hepimiz en az bir şarkı için bak sözleri aynı beni anlatıyor demişizdir, eğer hala bunu dememişseniz bekleyin belki sizin şarkınız henüz bestelenmemiş, belki de siz dinleme şansı bulamamışsınızdır ama bir gün mutlaka dinleyeceksiniz. 

  Ben her zaman  enstrümantal müziklerde  iç sesini dinleyebilen birisi olarak kendimi bazen hüzünlü, bazen dramatik, hatta bazen agresif melodilerin kollarına bırakırım. Bu melodiler kimi zaman beni, kimi zaman sevdiğim bir yada birkaç kişiyi, kimi zaman ise yaşadığım iyi yada kötü bir olayı anlatıyormuş gibi gelirler. Ama nedendir bilmem son zamanlarda her Chopin dinlediğimde ister istemez kendimi Chopin'i düşünürken buluyorum.

    Peki bunun bisikletle ne alakası var ?

    Yaşadığım büyük kayıplar ve beraberinde gelen kötü günlerin sonunda kendimi bir bisikletin üstünde, nerede durup, nereden döneceğimi hiç bilmediğim, rota çizmediğim, varış noktasını planlamadığım bir şekilde kilometrelerce yol yaparken buldum. Meğer hayatın koşturmacası içinde çoğu zaman defalarca geçip gittiğim bu yolların, yaşadığım şehrin ve hayatımın güzelliklerinin hiç farkına varamamışım. Ne büyük kayıp...

    Benim gibi bisiklet tutkunu olan ama aynı zamanda araba ve motosiklet de kullanan bir arkadaşım bir gün neden bisiklet dediğimde şöyle bir örnek vermişti; izleyip, çok beğendiğin ve  tekrar tekrar oturup izlerim dediğin bir film düşün dedi önce ve bana şunu sordu bu filmin bir cd'sini alıp dvd player'a heyecanla koyuyorsun sonra ileri tuşuna basıp hızlandırıyorsun ve üç saatlik film onbeş dakikada bitiyor peki bundan keyif alabilirmisin? Cevabım haliyle hayır oldu. Bugün hala neden bisiklet diye  sorulduğunda bundan daha iyi bir cevap verilebileceğini sanmıyorum ve artık 'neden bisiklet' diye soranlara bende bu cevabı veriyorum. Düşünsenize aslında siz ne izleyeceğinizi biliyorsunuz ve zaten çok sevdiğiniz için o filmi gidip almışsınız hemen bitsin istermisiniz? 

    İşte bisiklet sürmenin keyfi burada başlıyor. Pedal çevirmeye başladığında daha  önce hiç dikkat etmediği bir çok şeyi görüyor insan, bu bazen sahilde balık tutan bir balıkçının oltasına yakalanan balıkla yaşadığı o sevincin yüzüne yansıyan ifadesi, bazen elele yürüyen bir çiftin  birbirlerine bakarken parlayan gözleri, bazen ise yolun kenarında yüzyıllardır dim dik duran bir ağacın heybeti olabiliyor. Arabanızla işe giderken steril küçük bir kutunun içerisindesiniz, dünyada, gerçek hayatta insanlar neler konuşup, yaşıyor yada nasıl bir yüz ifadeleri var göremiyorsunuz. Hepimiz, hızlıca geçip gidiyoruz ve çoğu zaman kafamızı çevirip denizin her mevsim değişen maviliğine bakmak, dalga seslerini dinlemek aklımıza bile gelmiyor. 

    Zaten çok keyifli olan bu aktiviteyi daha da keyifli hale getiren şey ise tabi ki bisiklet üzerinde dinlediğim müzikler. İşte Chopin' de burada devreye giriyor. Fransız göçmeni olan 1810 Varşova doğumlu Frederic Chopin ilk müzik derslerini annesinden alıyor, 6 yaşında dehasının keşfedilmesiyle birlikte  8 yaşına geldiğinde Bohemyalı bir piyanist olan Zyvny' dan piyano dersleri almaya başlıyor ta ki 12 yaşında hocası benim artık ona öğretebileceğim birşey yok diyene kadar. O zamana kadar Bach, Mozart ve Beethoven' ın bir çok eserini seslendiren Chopin 1822' de Varşova Konservatuarına başlıyor ve Beethoven' ın ölümüyle birlikte tüm dikkatleri üzerine çekiyor.  

    Constantina isimli bir kıza aşık olan Chopin, henüz onaltı yaşındayken ilk bestelerini sevgilisi için yazıyor. Hocasının elinden tutmasıyla 1829'da Viyana'da konserler vermiş olsa da onun serbest formlarda yazdığı eserleri o zamanlar klasik akımın adeta merkezi olan Viyana' da haliyle hakettiği ilgiyi görmüyor ve babasının Fransız olmasının da etkisiyle soluğu Fransa'da alıyor. O yıllarda Paris, sadece müzisyenleri değil, Hugo, Balzac gibi yazarları, Delacroix gibi ressamları da buluşturan romantik dönemin başkenti niteliğinde bir şehir. Chopin her ne kadar zengin ailelerin çocuklarına ders vererek geçimini sağlayıp hayatına devam etse de, Cherubini, Mendelssohn, Listz ve Berliöz gibi gibi ünlü müzisyenlerle tanışma şansı da yakalıyor. 

    Aylar, yıllar böyle geçiyorken 1837 yılında kendisinden 6 yaş büyük, 3 çocuk annesi, toplum kurallarını küçümseyip reddeden, meydan okuyan,  tepkisini erkek kıyafetleri giyerek gösteren George Sand ile tanışıyor ve kısa zamanda aralarında tutkulu bir aşk başlıyor.  Hiç kuşkusuz ki George Sand ile 1847 yılına kadar 10 yıl süren inişli çıkışlı ilişkisi süresince Chopin sanat hayatının en verimli yıllarını yaşıyor. 

    Bu ayrılığın ardından İngiltereye giden Chopin, bitkin düşmüş bir halde Fransa'ya geri dönüyor ve çok geçmeden 1849 yılında Pariste henüz 39 yaşındayken veremden hayatını kaybediyor. Ölümünün ardından Kalbi, vasiyeti üzerine bir kutuda Varşova'da bir kiliseye götürülüyor. Kalbi kutuda saklamak Polonya' da büyük bir aşkın simgesidir diyor Ünlü Polonyalı tarihçiler. Zaten Chopin'in Polonya'ya olan aşkını da "Polonaise" isimli eserinden kolayca anlayabilirsiniz. 

    Polonya' da kalbi kutuda saklamak büyük bir aşkın simgesi tamam ama acaba bizim toplumumuzda neyi simgeliyor bilemiyorum. Çünkü son zamanlarda etrafımda gördüğüm, tanıştığım, tanıdığım herkes kalbini bir kutuda saklıyor ve ona her an kırılacak bir kristal muamelesi yapıyor. Geçmişte yaşadığımız acı deneyimlerin sonucunda çoğumuz kırılmaktan korktuğumuz için, aslında hiç olmadığımız bir insan gibi davranıyoruz. Böylelikle güvende ve özgür olduğumuzu sanıyoruz ama kendimize en büyük kelepçeyi yine kendimiz takıyoruz. Samimiyetten oldukça uzak yaşamlar sürerken, herkes herzaman çok meşgul ve dolayısıyla çok yorgun. Sürekli bir yerlere, birşeylere yetişmeye çalışıyoruz. Yapmak istemediğimiz herşey için mükemmel bahanelerimiz var. Peki bu koşuşturmanın içerisinde kalbimizi ne kadar dinleyebiliyoruz hiç sordunuz mu kendinize? Ama nedense kendimiz bile dinleyemezken birinin çıkıp kalbimizi dinlemesini, bizi anlamasını ve sevmesini bekliyoruz. Ömür boyu hergün aynı güne uyanmak gibi bir kısır döngü bu ne saçma...

    Bisiklet özgürlüktür derler ya hep  birgün bisikletimde, Chopin C#m Nocturne dinlerken,  durup bir düşündüm. O an evet tam olarak o an kendimi gerçekten kendim gibi hissettiğimi farkettim. Chopin'in o eşsiz melodisi, çevirdiğim pedalların etkisiyle hızlanan kalp atışlarımın ve nefes alıp verişimin sesiyle birleşip adeta içiçe geçmişken yalansız, dolansız olmak istediğim gibi veya olmam gerektiği gibi değil, olduğum insan gibi hissettim kendimi. Sonra Chopin'i düşünmeye başladım bu eseri nasıl bir aşkla, nasıl bir tutkuyla yazmış olabileceğini. Düşündüm, hemde kilometrelerce düşündüm. Peki biz birine, böyle bir aşka, tutkuya kalbimizi nasıl açabiliriz ki? hele de o kalbi bir kutunun içine koyup saklamışken....

    Geçenlerde H. G. Wells'in bir sözünü okudum " Ne zaman bisikletin üzerinde bir yetişkin görsem, insanlığa dair umutlarım artar." diyordu. Ve anladım ki benimde bisiklet sürmeyi böylesine tutukuyla sevmemin sebebi pedal çevirmemle artan kalp atış hızım değil, kendime, sevdiklerime, insanlığa dair artan inancım ve umutlarım. 
    

    



12 Ekim 2016 Çarşamba

ELEKTRONİK MÜZİK

ELEKTRONİK MÜZİK TARİHİ VE GELİŞİMİ


   Elektronik Müzik dediğimizde, hepimizin kafasında bir çok farklı tarz ve üslupta sanatçılar vardır. Bu isimler yaşımıza dolayısıyla jenerasyonumuza göre değişiyor. Ama görüyorumki bu müzik tarzının çıkış hikayesini bilenlerimizin sayısı oldukça az.

   Elektronik Müziğin ilk çıkışı 1940'ların sonlarında iki farklı akımla gerçekleşti. Musique Concrète ve Elektronische Musik Bu akımları başlatanlar ise Pariste Pierre Schaeffer, Köln'de Werner Meyer Eppler, Robert Beyer ve Herbert Eimert üçlüsüdür. Paris'te Pierre Schaeffer'in önderliğinde başlayan  Musique Concrète' in özelliği doğada bulunan yada elektronik olarak üretilen sesleri müzikal enstrüman kullanmaksızın bir araya getirmesiydi.

 Musique Concrète kelime anlamı olarak gerçek müzik demektir ve içinde tren sesi, gök gürültüsü, rüzgar sesleri gibi sesleri barındırır. Bu akımda belli bir ton, ritm ve kural olmaksızın gerçek sesler ile yeni bir müzikal yapı ortaya çıkarılması amaçlanmıştır.

Elektronische Musik için ise farklı bir süreç olmuş ve  Köln'de Kuzey Doğu Alman Yayın Kuruluşu desteğiyle bir elektronik müzik stüdyosu kurulmuştur. Bu stüdyo dünyanın en tanınmış elektronik stüdyolarından biridir. 2007 yılında hayatını kaybeden yaşadığımız dönemin en sıra dışı bestecilerinden olan Karlheinz Stockhausen Schaeffer' in stüdyosundan sonra çalışmalarına bu stüdyoda devam etmiştir.

   Bu iki elektronik müzik akımıda kullanılan teknikler hemen hemen aynıdır ancak Musique Concrète ve Elektronische Musik arasındaki en önemli fark, Musique Concrète akımında kullanılan sesler doğal ve endüstriyel her an günlük hayatımızda duyabileceğimiz sesler iken, Elektronische Musik akımında ise osilatör, ton üretici gibi cihazlar ile mühendisler ve besteciler tarafından elektronik olarak üretilmiş sinyal ve seslerin kullanılmasıdır.

   Avrupa' da gelişmeler sürerken Amerika'da Newyork'ta John Cage, Morton Feldman, Christian Wolf ve Earle Brown tarafından Music for Magnetic Tape Project (Manyetik Bant İçin Müzik Projesi) adlı bir çalışma grubu kurulmuştur. Çalışmada kullanılan bant manipülasyon ve diğer teknikler Avrupadaki Musique Concrète ve Elektronische Musik akımlarıyla aynıdır fakat grubun kompozisyon teknikleri farklılık göstermektedir. İlk projelerinde manyetik bant parçalarına kaydedilmiş 600 farklı ses kullanmışlardır ve bu bant parçalarının sıralamasını rastlantısal bir şekilde belirlemişlerdir.

   John Cage daha sonraları icrası ve yapımı, şans ve rastlantısallığa dayalı eserler yaparak yoluna devam etmiştir. Peki kimdir bu John Cage derseniz, 1952 yılında 4'33" adlı dört dakika otuzüç saniyeden oluşan ve çoğumuz tarafından "Silent Piece" olarak bilinen eserin bestecisidir. İlk kez 29 Ağustos 1952 yılında piyanist David Tudor tarafından New York'ta seslendirilmiştir.

   Aynı yıllarda New York'ta ki Columbia Üniversitesine alınan Ampex marka bant kayıt cihazının, Müzik Fakültesi öğretim üyelerinden Vladimir Ussachevsky tarafından yapılan denemeler sonucu, cihazın sadece kayıt için değil kompozisyonlar için müzikal bir enstrüman olarak kullanılmasıyla birlikte Elektronik Müzik farklı bir hal almış ve Ussachevsky ve Otto Luening 28 Ekim 1952'de Amerika'da ki ilk Tape Music (Bant Müziği) konserini vermişlerdir. 29 Şubat 1959'da ise Columbia ve Princeton Üniversitelerinin ortak çalışması ve Rockfeller'ın maddi desteği ile Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi kurulmuştur.

   Avrupada Musique Concrète ve Elektronische Musik  akımları ve Amerika'da John Cage ve ekibinin Columbia -Princeton Müzik Merkezinde yaptıkları tüm bu çalışmalar bugün dinlediğimiz Elektronik Müziğin temellerini oluşturmuşlardır ve Müzik ve Ses Teknolojileri açısından büyük önem taşımaktadır.

   Dünyada Elektronik Müzik çalışmalarını incelediğimizde progressive house, elektro house, drum&bass, deep house vb. bir çok alt türe ayrıldığını görebiliriz ama genel olarak bakıldığında ritmi yoğun olarak hissettiğimiz içimizdeki mutluluk ve neşeyi ön plana çıkaran bir müzik tarzı olduğunu söylenebilir.

   Afrojack, Steve Aoki, Hardwell, Eva Shaw, Martin Garrix, gibi Dj'ler Günümüz Elektronik Müziğinin önemli temsilcilerindendir. Yoğun olarak Hollanda ve Belçika'dan çıktığını gözlemlediğimiz bu Dj'lerin birbirleriyle olan etkileşimlerininde etkisiyle bir yıl içerisinde çıkan toplam müzik çalışmalarının tarzlarına baktığımızda Elektronik Müzik çalışmaları sayı olarak daima listenin bir numarasında yerini alıyor.

   Sosyolojik olarak incelersek sanayi devriminden sonra hızla gelişen teknoloji ve sanat kuşkusuz müziğide etkilemiş. Sesin yapısı üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, müziğe yeni bir form kazandırmış. Bir çok müzik türünün icrası için gerekli olan enstrümanistlik Elektronik Müzik için gerekli olmadığından, bu müzik türü bir anda büyük bir patlama yaşayıp yıllar içerisinde gelişmeye devam ediyor. Şimdilerde ise klasik müzikten caz'a, rocktan rap'e kadar bir çok farklı müzik türüyle birleşip karşımıza çıkmakta. Kabul etmemiz gereken bir gerçek varki elektronik Müzik teknolojik yenilikler sebebiyle kendini yenileme konusunda diğer müzik tarzlarına göre büyük bir avantaja sahip.

   Günümüzde Elektronik Müzik, bilgisayar programları aracılığıyla üretilmesi ve enstrüman çalma yeteneği gerektirmemesi sebebiyle bazı çevreler tarafından ağır eleştirilere maruz kalmakta. Armonide basitliği öngören Minimalist akımın müzikte yerini alıp, avrupadaki çok sesli müziğe baş kaldırması, ilkesi tek düze bir ortam üzerinde yinelenen kısa melodiler ve yumuşak geçişler olan Elektronik Müzik için biçilmez kaftan olmuş.

   Bana kalırsa dinlediğimiz müziğin tarzından yada formundan çok o an bize hissettirdiklerine yoğunlaşmalıyız. Düşünsenize dünyada herşey hızla değişirken, mesela yaşamlarımız hatta yıllar içerisinde fikirlerimiz ve aynı olaylara ve insanlara bakış açılarımız değişirken bu büyük değişimin içerisinde müziğin değişmemesi sanırım oldukça garip olurdu.

    Bazen değişime ayak uydurup yeniliklere açık olmak iyidir. Nietzche'nin de dediği gibi "Müziksiz Bir Hayat Hatadır".


22 Ocak 2016 Cuma

Muhalif Haykırışımız 'Protest Müzik'



   Baskının, adaletsizliğin, sıkıntıların olduğu her yerde hatta rejimlerin en sıkı olduğu ülkelerde bile isyan, eleştiri ve protesto vardır. Bunların en güzel ve yoğun şekilde dile getirildiği alan ise müziktir. 

   Protest Müzik, adını 'Protesto' kelimesinden alan, toplumsal ve siyasi içerikli, dili sert, karakteri sert, toplumda susturulmuş kesimlerin muhalif görüşünün haykırışıdır.

   Protest müziği bir çok müzik türünden farklı kılan özellik politik bir duruşa sahip olmasıdır ve bu nedenledir ki toplumsal konulardaki sıkıntıları dile getirmeyi amaç edinen bu müzik türü, ülkemizde arabesk ya da pop müzik gibi bir gelişim gösterememiştir. Çünkü edilgen değildir ve zaman zaman sekteye uğratılmış, susturulmuştur. 

   Türkiye'de 1960'ların sonu 1970'lerin başında şekillenmeye başlayan protest müzik, halkın kendi fikrine, emeğine ideolojisine sahip çıkma düşüncesiyle temelleri atılmış, farklı siyasi görüşlerin karşı tarafın düşüncesini çürütmek amacıyla kullandığı bir müzik türü olarak yoluna devam etmiştir. Ancak Eylül 1980 darbesi ve beraberindeki siyasi gelişmelerle büyük darbe almıştır. Bu dönemlerde bazı Protest müzik sanatçıları şarkılarında 'komünizm propangandası'  yaptıkları gerekçesiyle yargılanmış ve tutuklanmıştır. 
 
   Bon Dylan, İnti İllimani, Pink Floyd, Boikot gibi sanatçı ve gruplar dünyada protest müziğin önde gelen temsilcileridir. Türkiye'de ise Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli, Grup Yorum, Selda Bağcan, Mahzuni Şerif ve daha sayamadığımız nice sanatçılar bu muhalif türün gelişimine büyük katkılar sağlamışlardır. Özellikle Ahmet Kaya kendine has üslubuyla protest müziğe farklı bir yön vermiştir. Hepsinin buluştuğu ortak nokta ise toplumsal çürümüşlük, eşitsizlik, katliamlar ve 'insan' kavramıdır.

   Günümüz müziğine baktığımızda 90'lar itibariyle protest müzik, hem dünyada hemde ülkemizde deyimi yerindeyse temelleri 1970'lerde Amerika'da atılan, siyahi halkın dışlanmışlığına isyanını dile getirdiği müzik türü olan Rap müziğinin içinde yeniden doğmaktadır. 

   İlk kez 1995'te adını duyduğumuz Almanyadaki Türklerin dışlanmışlığı ve ezilmişliğini müziklerinde dile getiren bir bakıma milliyetçi öğeler de kullanan Türkçe Rap müzik grubu Cartel, her ne kadar Türkiye'de Rap müziğin başlangıcı olarak kabul edilse de, piyasaya çıkan ilk Türkçe sözlü rap şarkısı Almanya'da 1991 yılında King Size Terrror'un 'The World is Subversion' albümünde yer alan 'Bir Yabancının Hayatı' adlı şarkıdır. Adından da anlaşıldığı üzere konu yine Türklerin Almanya'da yaşadığı sorunlardır.  Kim bu King Size Terror derseniz, Karakan grubundan tanıdığımız Alper A.'nın ta kendisidir. O zamana kadar ingilizce şarkılar yazan Alper A. Bu şarkısı ile Türkçeye geçiş yapmıştır. Türkiye'de bandrollü olarak piyasaya sürülen ilk Rap albümü ise Hedef 12 grubunun 'Tam İsabet' albümüdür. (1996)

  İsyanın müziği, teknolojik ve sosyolojik gelişmelerle birlikte müzikal olarak değişim ve gelişim gösterse de, içerik olarak herhangi bir değişime uğramamıştır. Zaten bu müziği belli bir müzikal kalıp içerisine sokmak çok yanlış olur. Çünkü protest müziklerde önemli olan melodiler değil sözlerdir, yani şarkının bize ne mesaj verdiğidir.

    Türkiye'de artık yeni protest müzik çalışmaları göremiyoruz diye düşünüyorsanız eğer bilmelisinizki bir ülkede Protest müziğin bitmesi için orda protesto edilecek hiç bir yanlışlık, hiç bir kötülük kalmamış olması gerekir. Bugün ülkemizde Rap müzik alanında çalışmalar yapan sanatçı ve gruplar aynı misyonu başarıyla üstlenmiş durumdalar. Ceza, Pit10, Nefret, Hayki, Doğu Akdeniz gibi grup ve sanatçılar bu türün günümüzdeki temsilcilerindendir. 

   Hergün yeni bir acıya uyandığımız, insanların ırkı, mezhebi, dini, cinsiyeti, sebebiyle ötekileştirilip katledildiği bu günlerde hepimize Protest Müziğin ne olduğunu bile hatırlamayacağımız, bizden olmayanı dışlamadığımız, birbirimize hoşgörüyle, saygıyla, sevgiyle yaklaştığımız günler görmeyi diliyorum ve son olarak Günümüzün Pir Sultanı olarak anılan 1998 yılında dünyanın yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı alan yakın zamanda kaybettiğimiz Aşık Mahzuni Şerif'in dizelerini paylaşmak istiyorum

Boşa dövüşmeyin bizim yiğitler
Sizi vurduranlar vurulmuyorki
Kimbilir nerde hangi koltukta
Kömürde tarlada yorulmuyorki


Nilgün Dülger




   
   

  

   

  

   
   

   
   

Müzik ve Spor Motivasyon

   Müzik ve spor motivasyonu konusuna girmeden önce 'İmgeleme yapmak' konusunda az da olsa birşeyler söylemeyi istiyorum. İmgeleme kelimesini kısaca tanımlamak gerekirse; İmgeleme, insanın istediği, düşündüğü ya da düşünmek istediği şeyleri gözünde canlandırma yetisidir. Çoğu zaman hiç farkına varmasak da sürekli birşeyler yaratırız. Düşündüğümüz ve hissettiğimiz şeyler de 'o' olur. Sanırım bu nedenledir ki 'ne dilediğine dikkat et' gibi hepimizin bildiği ünlü bir söz vardır. Hayatınızda birşey yaratmak, ortaya koymak isterseniz öncelikle onun için dünyanızda bir yer açmanız gerekir. Ve bunu yaparken müzik en güçlü yardımcılarınızdan biri olacaktır fakat aman diyim ne istediğinize dikkat edin.

    Müzikle birlikte yapılan egzersizlerde müziğin bir dış etken olarak tüm mekanizmamızın üzerinde olumlu etkileri olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Spor yapanlarımız bilimsel olarak bu bilgiye sahip olmasalarda zaten kişisel tecrübeleriyle bunu çok iyi bilirler. Örneğin profesyonel bir sporcunun yapması gereken sistemli egzersiz hareketleri sporcuya bir videoda müzik eşliğinde izletilir ise, sporcu hareketleri müzik ile bağdaştırarak, o müziği dinlediği her ortamda bu hareketleri imgeleyerek kinestetik bir duyum yaşar ve bu sporcunun katılacağı bir müsabaka yada yarışmada kaygılarını, heyecanını kontrol almasına da olanak sağlar. Yapılan bazı bilimsel araştırmalarda, ritmik karakter ve fiziksel beceriler arasındaki ilişki, müziğin çevreyi algılamada ve motor becerilerinin arttırılmasında etkili olduğunu ortaya koymuştur. Sporcu tarafından dinlenen tempolu, güçlü vuruşları olan müziğin kalp ritmini etkilediği belirlenmiştir ve müzikteki ritm ile insan hareketi arasında hatırı sayılır benzerlikler vardır. 

    Her ne kadar araştırma sonuçları bir genelleme yaparak 'tempolu müzikler' diye adlandırsa da kişiden kişiye değişiklik gösteren durumlar söz konusudur ki bunu keşfeden profesyonel antrenörler çalıştırdıkları sporculara farklı tarzlarda ve ritmlerde müzikler dinleterek, sporcunun hangi müzik eşliğinde performansının diğerlerine göre daha fazla ve uzun süreli olduğunu tespit eder ve sporcunun antrenmanlarına o müziği kullanarak devam eder. Bu aslında bir bakıma vücudumuza aldığımız protein türünün hepimizde aynı etkiyi yapmamasına benzer bir durumdur. Deneyerek bize en uygun besini bulmamız gerekir. Bir arkadaşım sporcuların kendi metabolik yapısına en uygun olan proteini keşfedip alması gerektiğini söylediğinde şaşırmıştım ve yeni birşey daha öğrendim bunu bir yerde kullanırım demiştim nitekim kullanmış oldum. Bu konuyu  düzenli olarak spor yaptığım spor salonunun eğitmenlerine açıklayarak, bakın ben müzikoloğum bu çaldığınız müziklerle herkes motive olamaz dediğimde bir çoğunun anlamayan gözlerle bana baktığını anımsıyorum şuan. Müzik seçmek bir bakıma eş seçmek gibidir. Sizi motive eden, kendinizi önemli, özel hissettiren ve sizi en iyi anlatan müziği seçersiniz dinlemek için. Yani müzik oldukça kişiseldir öyle görücü usulü evlenir gibi topluca beğenilip alınmaz. Spor salonlarında çalan her yüksek tempolu müzik sizde motivasyonu arttırmaz hatta belki tam tersi etki bile yapabilir. 

   Müziğin ritmik yapısı dışında armonik ve melodik yapısının da motivasyon üzerinde önemli etkileri vardır. Sporcunun kendi sosyo-kültürel yapısına ve müzik zevkine uygun olarak seçeceği müzik, onun olumlu ruh halini destekleyecektir ve bu öncelikle içindeki kazanma, başarılı olma, istediğini alma dürtülerini hızla harekete geçirecektir. Şimdi hemen bir durup düşünelim aslında hepimiz dinlediğimiz müzik eşliğinde hayallerimizi imgeliyoruz. Maddi, manevi olmak istediğimiz yerlere şöyle bir gidip geliyoruz. Buradan yola çıkarak müzik yapan icracıları, ünlü müzik adamlarını düşünün acaba kendi içlerinde nasıl bir dünyada yaşıyorlar ve performanslarını bitirdiklerinde gerçek dünyaya dönmeleri ne kadar zaman alıyor. Unutmayın Müzik durursa Dünya durur. Dünyanın ortalama 1600 km hızla döndüğünü varsayarsak dünya durduğunda hızla savruluruz ve kimbilir gözümüzü nerde açarız. Sanırım bunun olmasını hiç birimiz istemeyiz. :) 

   Dövüş sporlarıyla uğraşan bir çok insanın 'Eye of the Tiger' yada 'Rocky' serisinin film müziklerini dinlemesi müziğin motivasyona etkisi konusunda verilebilecek en güzel örnektir. Çünkü sporcu dinlediği şarkı sayesinde gözünde filmi, dövüş sahnelerini, başarıyla biten müsabakaları, yarışmaları kazanmak için yapılan sıkı çalışmaları, tutkuyu ve hırsı canlandırır. Bu etki adeta birinin size sadece dokunarak doğa üstü bir enerji, bir güç aktarması gibidir. Müzik ve spor ilişkisi üzerine çalışan sayılı uzmanlardan Dr. Costas Karageorghis’e göre müzik sporda “Legal Dopping”tir. 

   1996 yılında Hepler ve Kapke tarafından yürüme bandında yapılan kısa süreli yürüyüş sırasında müzik dinlemenin kardiovaskuler sistem ve performans üzerindeki etkilerinin araştırıldığı çalışmada, çeşitli fiziksel özellikleri olan kolej öğrencilerinin yürüyüş bandı üzerinde 20 dk yürümeleri sonucunda ulaşılan maksimum kalp ritm hızı ölçülmüştür. Rasgele bir müzik eşliğinde ve müziksiz olarak yapılan iki test sonucu karşılaştırıldığında kalp atış hızında 0.05'ten daha büyük ve anlamlı bir fark gözlenmiştir.

  Ünlü alman matematikçi J.W. Richard Dedekind müziğin yüzücüler üzerindeki etkilerini şöyle sıralamıştır; 

   Yarış için heyecan duyan yüzücüler, müziğin ritmi ile canlanarak, daha yüksek bir performans göstermektedirler. Sinirli ve agrasif ruh hallerinden yüzmeden önce dinledikleri müzik sayesinde kurtulabilmektedirler. Yüzücüler, dinlenecek çeşitli müziklerin yardımıyla  daha hızlı ve tempolu yüzebilmektedirler.

     Maris ve Arshe 1978'de bisiklet  kullanma sırasında  dinlenilen müziğin  pedal çevirmedeki etkisini araştırmışlar, hafif ritmli müzikle hafif antrenman, güçlü ritmi olan müzikle ise zor antrenman yapmışlar, ve benzer sonuçlar elde etmişlerdir.

      2002 yılında Meeks ve Herdegen tarafından yapılan araştırmada, Motivasyon süresini arttırmak için deneylerde müzik daha uzun süre kullanılmış, ve olumlu sonuç alınmıştır. Egzersiz yaparken dinlenilen müziğin etkilerinin araştırıldığı incelemelerde, dayanıklılık ve yüksek performansı sürdürmeyi gerektiren submaximal anaerobik antrenmanlarda müziğin etkileri araştırılıp, anaerobik egzersiz sırasında performansı, performansın süresini arttırdığı ve büyük geri  kazanım sağladığı tespit edilmiştir. Ağırlık kaldırmada, ağırlığın kaldırıldığı süre ile seçilen müzik bölümlerine ayrılarak aynı süreli motivasyonun yükseltilmesi sağlanmıştır. Bu bir bakıma müziğin ritmine ayak uydurarak gerçekleştirdiğimiz dans hareketleri gibidir. Dans ederken müziğin temposu ne kadar artarsa, adımlarımızda eş zamanlı olarak bir okadar hızlanır. 

   Profesyonel sporcularda konu böyleyken, günlük hayatında ordan oraya hızlı bir şekilde yetişmeye çalışan biz amatörlere tavsiyem bu gibi durumlarda siz yine sevdiğiniz müzikleri dinleyin ama romantik, hüzünlü ağır tempolu müzikler dinlememeye özen gösterin keza ev temizliğini akşam yemeğine kadar bitiremeyip en özensiz kıyafetlerinizle yemek masasına oturmak zorunda kalabilirsiniz.

   Profesyonel olarak vücut geliştirme ile uğraşan sporcular çok iyi bilirlerki genelde çoğumuzun içinde bulunduğu maksimum nabzımızı, en fazla %70 e kadar çıkaran egzersizler yaparız. Bu egzersizlerde müziğin motive edici ve performans artırıcı etkisi onlar için tartışmaya açık bir konu bile değildir. Maksimum nabız hızımız %70-80'i geçtiğinde yani anaerobik eşik atlandığında ki bu sadece profesyonel atletler için geçerlidir, müziğinde performans üzerindeki etkisi azalır, artık o saatten sonra sanıyorum konsantrasyon için gereken şey sessizliktir.

   Müziğin sağlığımız üzerinde ruhsal ve bedensel olumlu etkileri konusundaki bilimsel çalışmalara dayanarak konuyu şöyle yorumlayabiliriz; Müziğin fiziksel ağrıları dindirdiği bilimsel çalışmalarla kanıtlandığına göre, antrenman esnasında dinlenilen müzik, kişiyi yaptığı egzersizin yaratacağı ağrı, acı ve sıkıntıdan kurtarıyor, ritme göre hareket etme dürtüsünü tetikliyor ve egzersizin süresini uzatarak devamlılığını sağlıyor. 


Nilgün Dülger




   





   

20 Ocak 2016 Çarşamba

'Caruso' Hüzünlü Bir Veda


   Caruso, yıllardır her dinlediğimde içime işleyen, her yorumu ayrı bir güzel şarkı...

   Geçenlerde bir psikoterapistin yazısını okuyordum ve şöyle diyordu; "Dünyaya ne için geldik? Hiç düşündünüz mü şu an ölüm döşeğinde olsak ve bu dünyadan göçmemize sadece bir kaç saat kalmış olsa yaşadığımız ömrün muhasebesini hangi sorularla yapardık? Şüphesiz hepimizin bu sorulara vereceği cevaplar kendine soracağı sorular birbirinden farklı olacaktır.

   Ünlü İtalyan besteci ve yorumcu Lucio Dalla'nın 'Caruso' adlı şarkısını dinliyorduk bugün öğretmen arkadaşlarımızla eğitim verdiğimiz okulda. Ayrıca şarkıyı bugün ilk kez bestecisinin yorumundan dinledim ve şarkının hüznünü gerçekten içimde hissettim. Tanrım o ne güzel bir şarkıdır, ne güzel bir melodidir, bu nasıl bir hissiyat. Yıllardır hem meslektaşlarımdan, hemde bir çok farklı tarzda ünlü yorumculardan dinlemişimdir bu şarkıyı fakat her dinleyişimde kalbime dokunan bu şarkının sözleri ne anlatıyor acaba diye de hiç açıp bakmamışımdır. Melodisinin gücündendir belki sözlerini anlamaya hiç ihtiyaç duymayışım.

   Ama o gün bugün oldu ve bu ünlü italyanca şarkının çevirisini okudum. Sonra da merakla hikayesini araştırmaya başladım. Lucio Dalla 1986 yılında bestelemiş bu eseri. İtalya'nın dünyaca ünlü tenorlarından Enrico Caruso' ya atfedilmiş ve besteci şarkıya Caruso adını vermiş.

    Kısa süren yaşamına bir çok başarı sığdırmış, yaşam öyküsü filmede alınan Enrico Caruso,19 yüzyıl sonu, 20. yüzyılın başlarında yaşamış, Peritonit hastalığı sebebiyle 48 yaşında hayatını kaybetmiş. Hikayesi ise şöyle; Caruso bir akşam Sorrento'da hasta bir şekilde kaldığı otelin odasından ayrılır ve kıyının bir ucundaki kayaya çıkıp şarkı söylemeye başlar. Onun müthiş sesini duyan balıkçılar etrafına toplanır ve saatlerce onu dinlerler. İşte bu gece onun son gecesidir. Kısaca Caruso, o gece yaklaşan ölümünün farkında, şarkısını söylerken biten hayatını düşünen adamdır.

   Şimdi bir taraftan bunları yazıyorum bir taraftanda ölmek üzere olduğumu bilsem acaba ben yaşadığım bu hayatın muhasebesini nasıl yapardım diye düşünüyorum. Kendimle bu hesaplaşmayı yaparken öncelikle hangi soruları sorardım mesela. Okuduğum bir yazıda "ifade edilmemiş duygular asla ölmez sadece diri diri gömülür" yazıyordu. Ben sanırım ilk olarak şu soruyu sorardım kendime duygularımı yeterince ifade edebildimmi? Mesela sevdiklerime onları sevdiğimi söyleyebildimmi,  bişeylerden korktuğumu  birilerine veya kendime itraf edebildimmi, bir çok insanın 'başarı' olarak nitelendirdiği şeylerin aslında hiç umrumda olmadığını açıkça söyledimmi, hayır ben bunu istemiyorum aslında bundan hiç hoşlanmadım hatta nefret ediyorum diyebildimmi, sevdiğim adama kalbimdeki yerini, ona olan aşkımı, onu ne boyutta sevdiğimi anlatabildimmi ve böylelikle onu mutlu edebildimmi, eğer anne olmuşsam sevgi dolu 'hayırlı' bir evlat yetiştirebildimmi, yaptıklarımla ya da yapmadıklarımla birilerinin kalbine dokunabildimmi, bildiklerimi bencillik yapmadan başkalarıyla paylaştımmı, bu dünyada birilerine, birşeylere faydalı olabildimmi....

   Geriye çeviremeyeceğimiz tek şey zaman ve bu gibi soruları kendimize sormamız için ölüm döşeğinde olmamıza hiç gerek yok. Görüyorumki hangi işi yaparsak yapalım hangi mevkide olursak olalım hepimiz bir koşuşturma içerisindeyiz. Kimi zaman daha başarılı olmak için, kimi zaman beğenilmek için, takdir edilmek için, daha fazla para kazanıp lüks bir yaşam sürebilmek için, biri ya da birilerinin gözünde değerli olabilmek için ve bazılarımızsa sadece hayatta kalabilmek için... 

   Hayalini kurduğumuz hayatı yaşayamamızdaki en büyük faktör de kendimiziz aslında herşey bizim istememizle başlıyor ve o şeye ulaşmamızla ya da pes etmemizle son buluyor. Para için yaşarsak zengin oluyoruz, sadece başarı odaklı yaşarsak birer robot olup çıkıyoruz, mutlu olmak için yaşarsak da mutlu oluyoruz ve öyle son buluyor hayatlarımız.

   Lucio Dalla'nın sözlerini yazıp bestelediği Caruso şarkısı, ölmek üzere olan bir adamın, bir kızın gözlerine bakarken hissettiği acı ve özlemin, çok ağır, bir o kadar da hüzünlü ve mecburi bir vedalaşmanın hikayesidir. 


Nilgün Dülger


                                               CARUSO

Burası denizin parladığı ve 
rüzgarın kuvvetlice estiği yer
Sorrento körfezi önündeki 
eski terasın üzerinde 
bir adam 
Genç bir kızı kucaklıyor 
 
Ve sonra sesini temizleyip 
şarkısına devam ediyor 



Seni çok seviyorum 
çok, çok fazla biliyorsun 

Artık bir zincir ki 
damarların içindeki kanı eritiyor 
biliyorsun… 



Denizin ortasındaki ışıkları gördü
Amerikadaki akşamları düşündü
Fakat onlar sadece balıkçı teknelerinin lambaları
Ve uyanan pervanelerin beyazıydı
Müzikteki acıyı hissetti
Piyanonun başından kalktı
Bir buluttan süzülen ayı görünce
Ölüm daha tatlı geldi
Genç kızın gözlerini gördü ki bu gözler deniz kadar yeşildi
Sonra aniden bir damla gözyaşı döküldü
ve adam boğulduğunu düşündü

Seni çok seviyorum 
çok, çok fazla biliyorsun 

Artık bir zincir ki 
damarların içindeki kanı eritiyor 
biliyorsun… 


Liriğin gücü
Her dramanın yalan oldugu
Biraz makyajla ve taklitle
Bir başkası olabildigin yer
Fakat iki göz sana bakıyor
Oldukça yakın ve gerçek
Sana bütün kelimeleri unutturuyor
Düşüncelerini karıştırıyor


Ve böylece her sey önemsiz bir hale geliyor
Amerikadaki geceler bile
Ve ardına bakıyor, hayatını görüyorsun
Pervanelerin uyanışı gibi
Ah evet, hayat bitiyor
Fakat o artık bunu daha fazla düşünmüyor
Zaten kendini oldukça mutlu hissediyor
Ve tekrar sarkısını söylemeye başlıyor
Seni çok seviyorum, çok, çok fazla biliyorsun
Artık bir zincir ki damarların içindeki kanı eritiyor biliyorsun...

Lucio Dalla








































   

   

17 Ocak 2016 Pazar

Müzik ve Sağlık



Müzik yüzyıllar boyunca kötü günlerimizde kederimizle,  acılarımızla savaşmaya yardımcı, mutlu günlerimizin eğlence aracı ve hasta günlerimizinde ilacı... Tedavi edici yönü çok eski zamanlarda keşfedilmiş, hala günümüzde devam edilen, son 60 yıldır ise etkileri bilimsel olarak araştırılan, geleneksel tıbba uygun, kendine özgü kuralları olan, bilimsel bir tedavi yöntemi.

   Kibalyon ''evrenin tamamı bir titreşimdir.'' diyerek müziğin kuşkusuz hayatımızın her yerinde olduğunu anlamamıza yardımcı oldu.

    Müzikterapi binlerce yıl önce Orta Asya'da şamanlar tarafından kullanılmıştır. Bu tedavi şeklinde, çeng, arpejli ve yaylı kopuz, ağız kopuzu ve ritm enstrümanları kullanılmıştır. Daha sonraları  eski Türklerde ve Osmanlı döneminde Farabi, İbn-i Sina, Ebu Bekir Razi gibi Türk bilginler müzikle tedavinin ilk temellerini atıp, araştırmalar için ilk adımı atarak, şuan dünyada bu yöntemi kullanan bir çok bilim adamına öncü olmuşlardır. Öyle ki ruhsal hastalıkların müzikle tedavi edileceğini söyleyen Farabi , makamların ruha etkileri için; Rast makamı: insana neşe, huzur, Uşşak makamı: gülme, Buselik makamı: kuvvet,  Saba makamı: cesaret, Neva makamı: insana ferahlık, Hicaz makamı: tevazu, alçak gönüllülük, Hüseyni makamı: sükunet ve rahatlık verir der.

   Drexel Üniversitesi araştırmacıları, kanser hastaları üzerinde yaptığı çalışmada, müziğin stresi azalttığını öne sürmüştür. Tez yazarı Marie Helsing bu araştırmanın sonucuna göre, müzik tüm insanlarda aynı etkiyi yapıyor diyemeyiz. Aynı müzik farklı insanlarda o anki ruh hallerine göre değişiklik gösterebilir diyerek, müzikten pozitif etki almak için sevdiğiniz müzikleri dinleyin diyor. Ayrıca araştırmacılar sakinleştirici tonlardaki müziklerin, hızlı ritmlere sahip müziklere göre daha çok rahatlattığı sonucuna varmışlar.

   Hani kalbin müziği deriz ya hepimizin kalbinde farklı bir ses, farklı bir tarzda müzik vardır. Şairlerimize göreyse kalbimizdeki en güzel ses sevdiğimizin sesidir. Müziğin kalp sağlımıza da büyük bir etkisi varmış meğer. Araştırmacılar neşeli müzik dinlemenin kan damarlarına daha fazla kan akışı sağladığını keşfetmişler. Neşeli müzikler dinleyenlerin kan akış hızının %26 arttığı gözlenirken, endişe ve korku içeren müzikler dinleyenlerde bu oranın %6 olduğu tespit edilmiş. Utah Üniversitesi Ağrı Araştırma merkezine göre ise, müzik endişe eğilimini azalttığından insanlar daha az acı hissediyorlar. Michigan Üniversitesi  Müzik Okulu müziğin insan sağlığına etkileri konusunda uzunca bir liste yayınlayarak müziğin; bağışıklık sistemimizi güçlendirdiğine, obeziteyle savaşmaya yardımcı olduğuna,  hafızamızı güçlendirerek öğrenmeye yardımcı olduğuna, felç sonucu beyin hasarı oluşan hastaların enstrüman çalarak eski becerilerini geri kazandıklarına, insanların yalnızlıktan ve depresyondan dolayı yaşadıkları ruhsal sıkıntıların giderilmesine olumlu etkilerine dikkat çekmişlerdir. Beth Israel Tıp Merkezinde prematüre bebekler üzerinde yapılan çalışmada, bebeğe anne karnında olduğunu hissettirecek müziklerin dinletilmesinin onların kalp atışlarını ve soluk alıp vermelerini düzenlediği görülmüştür. Bu müziği dinleyen bebeklerin daha sakin ve uyku düzenlerinin çok daha düzgün olduğu belirlenmiştir. 2011'de Neuropsychology dergisinde yayınlanan bir makaleye göre müzik eğitimi almak ilerleyen yaşlarda keskin bir zekaya sahip olmamızı sağlıyor ve beyindeki konuşma merkezlerinde meydana gelen hasar sonucu konuşma, algılama, yazma gibi becerilerin tamamen veya kısmen yitirilmesi olan Afazi hastalığının tedasine ise yine müzikle başlanıyor. Dakikada 45-72 vuruşluk bir müzik, kalbin aynı süredeki vuruş ritmine yakındır ve hipnotik bir etkiye sahip olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Uyanıkken farklı bir bilinç düzeyi yaratabilir.

   Şimdi bir düşünelim neşeli, pozitif ve bizim kişisel olarak sevdiğimiz müzikler stresi azaltıyor. kalbimize iyi geliyor, hafızamızı güçlendiriyor, adeta masaj etkisi yaparak bizi kaygılarımızdan kurtarıp ağrılarımızı dindiriyor peki o zaman istemeyerek hergün hayatın içinde maruz kaldığımız müzikler bizi nasıl etkiliyor acaba?  Müslüm Gürses şarkıları eşliğinde dans edip eğlenen ya da David Guetta dinleyip ağlayan birileri yoktur sanırım.


   Dinlediğimiz müziğin bizi ağlatması veya eğlendirmesi için sözlerini anlamamız şart değil. Hatta sözlü vokal müzikleri olması da gerekmiyor. Dr. Oliver Sacks kitabında ''Güçlü bir Ritm ve Melodi beyinde sözcüklerden çok daha fazla yer kaplar.'' der. Hemen kendimden somut örnekler vereyim, geçenlerde mutlu uyandığım bir sabahın ilerleyen dakikalarında, açık unuttuğum Schindler List filminin o hüzünlü ana tema müziği sayesinde kısa sürede nerdeyse ağlayacak duruma geldim. Yıllar önce üniversite yıllarımda kelime anlamı ağıt olan ünlü besteci Gabriel Faurre'nin çello için yazdığı 'Elegie' adlı eseri final sınavımızda seslendirip benim için çok güzel geçen bir sınavın ardından ağlamaklı olarak çıkmıştım sınıfın kapısından. Yine aynı şekilde hepimiz yıllardır Michael Jackson ya da Madonna şarkılarıyla eğlenirken şarkıcının  bize ne anlattığını bilmiyorduk ama çok eğleniyorduk. Tüm dünyada yüzlerce milletten milyarlarca insanı dans ettiren Psy'ın seslendirdiği Gangnam style şarkısının sözlerini anlayan kaç kişi vardı ki dinleyip eğlenirken...

   Müzik aslında sadece seslerin uyum içerisinde bir araya gelerek kişinin duygularını dışa vurumu değildir. Müzik, tarihler boyu neredeyse her uygarlığın dini ritüeller, meditasyon, tıp ve eğlence için kullandığı, bir çok hastalığı kesin olarak çözmese bile, kanser, depresyon, migren hatta madde bağımlılığı gibi konuların çözümünde yardımcı olan, etkileri bilimsel olarak kanıtlanmış bir tedavi yöntemidir.


Nilgün Dülger

 
 








 

15 Ocak 2016 Cuma

Türk Halk Müziği





   Alman müzikolog Hugo Riemann'a göre halk müziği "ezgi ve sözleri kimin tarafından yapıldığı belli olmayan, bir çok sebeple halk tarafından kabul edilmiş ve halk ezgisi ifadesine bürünmüş, melodik ve armonik bünyesi kolayca anlaşılan ve popüler eda taşıyan müzik türü"dür.

   Türk Halk Müziği  yani kısaca THM dediğimiz müzik türü, Türk milletinin esasını oluşturan, türkçe söylenen etnik müziklerin tümünü kapsar. Çeşitli yörelerde birbirinden farklı ağızlarda ve formlarda icra edilen bu müzik türü, sözlü ve sözsüz olarak ikiye ayrılmaktadır. Sözlü olanlara genelde 'Türkü' adı verilir. Sözsüz olanlar ise yöresel çalgı ezgileridir.

   Türk Halk Müziğinin önemli eserlerini, Klasik Türk Halk Müziği ve Modern Türk Halk Müziği olarak iki başlık altında inceleyebiliriz.

   Klasik Türk Halk Müziği çeşitli yörelerden derlenmiş sözlü ya da sözsüz anonim, yörenin halkına mâl olmuş eserlerdir. Modern Türk Halk Müziği ise, ülkemizde 1970''li yıllardan sonraki dönemde yöresel müzik kalıplarına benzetilerek oluşturulmuş, sözü ve bestecisi belli olan halk müzikleridir.

   Her ne kadar Türk halk müziği''nde çalınan çalgılar yöreye göre değişim göstersede temel çalgılar; bağlama, davul, zurna, klarnet ve darbuka''dır. Bunun dışında yöreye özgü sazlar bulunur. Kemençe, sipsi, tulum vb.

Türk halk müziği; Karadeniz, Trakya, Ege, Teke, Doğu Anadolu, İç Anadolu, Kafkas ve  bunun dışında genel karakteristiğine göre; bektaşi, horon, halay, teke, zeybek gibi türlere ayrılır.

   TRT kurulduğu yıllardan bugüne yöre yöre araştırma yaparak; pek çok anonim türküyü kaynağından derlemiş ve arşivlemiştir. Bu türküler, THM'' nin temel kaynakları olmuştur. Ayrıca yöresel sanatçılar da yörelerindeki unutulmaya yüz tutmuş türkülerin pek çoğunu kayda geçirmişlerdir.

   Bir çok Türk müzisyen gibi bende müzik hayatına bağlama çalarak başlamış biriyim. Sivas'lı bir ailenin çocuğu olmama rağmen, bebeklik ve çocukluğum ablam ve abimin etkisiyle, türkçe pop ve özgün müzikler dinleyerek geçti. Yani öyle evimizde pek türkü dinlenmezdi. Ben babama "baba ben bağlama çalmak istiyorum" dediğimde yüzündeki o şaşkın bakış gözümün önünden canlandı şuan. Şimdi o  zamanı düşününce şaşkınlığını anlayabiliyorum çünkü, müziğe başlamam türkçe pop müziğinin büyük patlama yaşadığı 90'lı yıllara denk gelmekte.

   Türk Halk Müziğini tarihsel olarak olarak incelediğimizde dönem olarak üçe ayrıldığını görürüz. İlk dönem (islamiyetten önceki dönem), islamiyet etkisi altındaki dönem ve bugünkü dönem.

   Hiç kuşkusuz toplumların dini inançları, o halkın halk müziğinde etkin rol oynar.

   Türkler islamiyetten önce orta asyada şamanizm etkisinde kalarak, dini törenlerinde müziği, bir etkileme gücü, ruhsal rahatlama aracı ve eğlencelerinin bir parçası olarak kabul etmişlerdir.

   İslamiyet etkisindeki dönem, MS. 925'te Karahanlıların islamiyeti kabul edişiyle başlamıştır. Bu dönemde müzik yapılarında pek bir değişiklik gözlemlenmese de sözlerde dinin etkisi büyüktür. Ancak sözlerde sert ve katı dindarlığın yanında, hoşgörüyü ve tanrı sevgisini de görmek mümkündür.

   Bugünkü döneme geldiğimizde günümüze kadar ulaşan halk müziğinin, kemikleşerek gelişip yayılmasında halk ozanlığı geleneğinin katkısı büyüktür. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, gerek köyden kentlere göç, gerekse teknoloji dolayısıyla iletişim araçlarının hızlı gelişimi bu geleneği etkilemiştir. Bu dönemim en önemli ve olumlu gelişmesi ise Türk Halk Müziğinin bilimsel olarak halkbilimci ve etnomüzikologlar tarafından incelenmeye başlanmasıdır.

   Sosyal, günlük, ekonomik, kültürel,tarihsel olaylar ve çeşitli gelenek, görenek, inanç vb. kavramları konu edinmesi sebebiyle Türk Halk Müziği, kültürümüzün önemli yapı taşıdır.

   Türk Halk Müziğinin, yazıldığı dönem, coğrafya, sosyoloji, psikoloji, edebiyat, folklor, hukuk, felsefe, kültürel antropoloji başta olmak üzere çeşitli bilim dalları açısından incelenip analiz edilmesi gerekir. Çünkü ancak böylelikle Türk toplumunun, düşünce, zevk, estetik ve felsefesi hakkında karakteristik özelliklerini belirleyebiliriz.

   Günümüzün en önemli ozanlarından birisi Sivas Şarkışlalı hemşerim Aşık Veysel'dir. Babam küçükken Aşık Veysel ile tanıştığını, hatta kendisinden bir dönem bağlama çalmayı öğrendiğini söylese de henüz kendisini bağlama çalıp türkü söylerken gören, duyan olmamıştır. Aşık Veysel şiirlerinde Türk insanının mertliğini, ruh inceliğini, yurt ve doğa sevgisini ön plana çıkarmıştır. Toprak sevgisini temel bir öğe olarak kabul etmiştir. Görme engelli olan ozanımız, karanlık dünyasını saf temiz düşüncelerini can dostu sazı ile süslemiştir. Köy Enstitülerinde gönüllü olarak öğretmen lik yapan Aşık Veysel'e Ana dilimize ve Milli birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden kendisine aylık bağlanmıştır.

   Aşık Veysel' in hepimizin bildiği Güzelliğin On Para Etmez şiiri ozanın yaşadığı bir travma üzerine yazdığı dörtlüklerdir. Ozanın karısı başka bir adama aşık olur ve kaçmaya karar verir. Bir sabah bohçasını alır pabuçlarını giyer ve ardına bakmadan kaçmaya başlar. Ayağına birşeyin vurduğunu fark eder pabuçlarını çıkardığında gözlerine inanamaz Aşık Veysel'in tüm parası ordadır. Ve o kağıtta şu yazar "Al bu para ananın ak sütü gibi helal olsun. Gittiğin yerde kendini ezdirme birde güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa"...

   Türk milletinin özündeki nitelikleri tarihler boyunca geliştirip günümüze aktarabilmesindeki en büyük pay Türk Halk Müziğimizindir.


Nilgün Dülger