Müzik, sözcük kökeni olarak Yunan mitolojisindeki esin perilerine verilen Musa adına dayanır. Müziğin tanımı ise tarihsel, bölgesel, kültürel ve kişisel beğenilere bağımlı olarak büyük farklılıklar göstermektedir ve ortak bir tanım çıkarmak günümüzde neredeyse imkansız hale gelmiştir. Bu sebeple müziği; sosyolojik, politik, psikolojik, akustik vb. bir çok farklı açıdan ele almamız gerekmektedir.
İlhan Mimaroğlu, “Müzik ruhun gıdasıdır” derler. Bu iri sözdeki gerçek, o sözü “ruh müziğin gıdasıdır” diye tersine çevirmekle belirlemeye başlar. Bunun ardından da hemen “gıda, ruhun müziğidir” diye işe girişmeli demişti yazısında ve ne kadar güzel buyurmuştu.
Dünyada çoğu sanat dalıyla alakası olmayan, gerekli bile görmeyen üzerine asla düşünmemiş ya da düşünmeyen bir çok insana rastlamak olası fakat, tarzı ve beğeni anlayışı ne olursa olsun dünya üzerinde yaşayan her birey mutlaka herhangi bir müzik eserini dinler. Mesela hayatında hiç resim sergisi gezmemiş, dans etmemiş ya da tiyatro izlememiş insanlara rastlayabiliriz ancak ben hiç müzik dinlemedim diyen bir insana rastlamamız sanırım mümkün değil.
Müzikle ilk olarak anne karnında tanışırız aslında. Çünkü dış dünyayla bağlantımız ilk olarak duyduğumuz seslerdir. Gözlerimizi bu dünyaya açtığımızda ise kulağımızı dolduran annemizin bize sevgiyle gözlerimizin içine bakarak uyumamızı beklerken söylediği ninnilerdir. Daha sonraları bir çok farklı tarzdaki müziklerle buluşur minik kulaklarımız. Dinlediğimiz şarkıların dili ne olursa olsun biz ne anlattığını bilmeyiz ama hissederiz. İçinde hüzünmü, kedermi yoksa neşemi var biliriz. Bu da melodinin ve armoninin gücüdür.
Bir düşünün büyüdük geliştik, belki bir çok farklı dil konuşabilecek duruma da geldik ama hala müzik bizim için böyle değilmi. Yıllar önce bir arkadaşım ( kendisi türkçe dışında hiç bir dil bilmemekte ) bir gün bana Amerikalı bir r&b şakıcısının o yıllarda hit olmuş bir şarkısını dinletip "canım baksana bu duyguyu hissetmek için ingilizce bilmeye gerekmi var? bu nasıl bir şarkı söylemedir ne kadar acı dolu" demişti.
Ben enstrümantal müziklerin içinde kendimi bulmuşumdur hep. O an ne hissediyorsam ya da ne arzuluyorsam onu düşündürtür bana melodiler bu bazen piyanoda bir nocturne yada prelude, belki de bir saz semaisi, kimi zaman kanunda bir taksim olur bu kimi zaman bir bozlak bağlamada. Beni alıp aslında olmak istediğim yerlere götürür. Hani o küçükken çizgi filmlerde izlediğimiz sihirli halı misali...
Sevdiğim eserleri en sevdiğim yorumculardan dinlerken kafamda hep şunu düşünürüm, şimdi eline sazını alıp çalsa bu adam ya da kadın aynı şekilde çalabilirmiydi ki? Bunu eserin zorluğundan veya teknik boyutlarından dolayı düşünmem asla icracının yaşanmışlıklarından dolayı düşünürüm. O eseri kaydedeli yıllar olmuş kimbilir hayatında neler değişmiştir ne acılar yada ne mutluluklar yaşamıştır. Belki zor zamanlar geçirmiştir, geçiriyordur belkide hayal kırıklıkları, kalp ağrıları... Peki aynı eseri aynı duygularla çalması mümkünmü? Belki aynı güzellikte çalabilir çünkü o profesyonel bir enstrümanist sonuçta ama ya çalarken hissettikleri kafasından geçenler peki ya bana hissettirecekleri aynı olabilirmi ki?
Burdan yola çıkarak eğer ruhumuzu müzikle besleyeceksek bunu mutsuz, olduğu yerden ve koşullardan memnun olmayan bir müzisyenden bekleyebilirmiyiz?
Geçenlerde bir arkadaşımla solo bir enstrüman konserine iki bilet aldık. Arkadaşımın klasik müzikle ilk buluşmasına ağır bir konudan başlayalım dedik ve hafta sonu atladık Beşiktaş Deniz Müzesine gittik. Solo enstrüman dediysem enstrümanda çello yani Çek çellist Jirí Barta Johann Sebastian Bach'ın çello süitlerini yorumlayacak benim içinde yaptığım ilklerden biriydi çünkü hiç bir konsere gidip tek başına çello çalan bir çellisti dinlememiştim. İkimizde o konser salonuna ilk defa gitmiştik ve zaten orası bir konser salonu değildi aslına bakarsanız. Küçük bir salon sahnesi seyircilerin çok daha aşağısında olan ki o da sahne değildi neyse biz merakla acaba adam o sahneye nereden girecek diye kendi aramızda konuşuyorduk konsere dakikalar kala bende dedimki herhalde seyircilerin arasından geçecek değil mutlaka bizim göremediğimiz bir kapı vs. vardır derken gerçektende arkamızdan merdivenlerden sahneye doğru elinde çellosuyla indiğini farkettim herkes biraz geç farketmiş olacakki çok sonraları salondan bir alkış sesi yükseldi. Çokmu yüksekti beklentilerim bilemiyorum ama ben genel olarak konserden umduğumu bulamamıştım. Konser arasında dışarı çıktığımızda şunu konuşuyorken bulduk kendimizi. Bu adam mutsuz evet mutsuz tek kelime ile mutsuz çalıyor. Biz zaten onun yorumundan çello sütlerini cd'sini satın alarak en iyi kalitede dinleyebilirdik ama icracıyı canlı olarak izlemek istedik. Peki adamı bu kadar mutsuz bir ortama akustiğin a'sının bile olmadığı bir salona konser vermesi için davet ederek ne olmasını bekliyordukki...
Biz mutsuz ve huzursuzken insanın doğası gereği yapması gerekeni, uyku uyumayı bile beceremiyorken bir icracıdan sanatıyla ruhumuzu beslemesini, kalbimize dokunmasını nasıl isteyebilirizki.
Nilgün Dülger
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder