30 Aralık 2017 Cumartesi

Chopin ve Bisiklet

   Chopin ve Bisiklet

    İlk okuduğunuzda belki bu iki kelimeyi bir arada görmek size birşey ifade etmeyecek ama yazdıklarımın tümünü okuduğunuzda başa dönüp başlığı tekrar okursanız öyle olmayacağına eminim. 

    Dünyada her insan tarzı her ne olursa olsun, içinde kendinden, hayatından, yaşanmışlıklarının getirdiği tecrübelerden ve bildiklerinden kesitlerin olduğunu düşündüğü müzikleri dinler. Muhakkak ki hepimiz en az bir şarkı için bak sözleri aynı beni anlatıyor demişizdir, eğer hala bunu dememişseniz bekleyin belki sizin şarkınız henüz bestelenmemiş, belki de siz dinleme şansı bulamamışsınızdır ama bir gün mutlaka dinleyeceksiniz. 

  Ben her zaman  enstrümantal müziklerde  iç sesini dinleyebilen birisi olarak kendimi bazen hüzünlü, bazen dramatik, hatta bazen agresif melodilerin kollarına bırakırım. Bu melodiler kimi zaman beni, kimi zaman sevdiğim bir yada birkaç kişiyi, kimi zaman ise yaşadığım iyi yada kötü bir olayı anlatıyormuş gibi gelirler. Ama nedendir bilmem son zamanlarda her Chopin dinlediğimde ister istemez kendimi Chopin'i düşünürken buluyorum.

    Peki bunun bisikletle ne alakası var ?

    Yaşadığım büyük kayıplar ve beraberinde gelen kötü günlerin sonunda kendimi bir bisikletin üstünde, nerede durup, nereden döneceğimi hiç bilmediğim, rota çizmediğim, varış noktasını planlamadığım bir şekilde kilometrelerce yol yaparken buldum. Meğer hayatın koşturmacası içinde çoğu zaman defalarca geçip gittiğim bu yolların, yaşadığım şehrin ve hayatımın güzelliklerinin hiç farkına varamamışım. Ne büyük kayıp...

    Benim gibi bisiklet tutkunu olan ama aynı zamanda araba ve motosiklet de kullanan bir arkadaşım bir gün neden bisiklet dediğimde şöyle bir örnek vermişti; izleyip, çok beğendiğin ve  tekrar tekrar oturup izlerim dediğin bir film düşün dedi önce ve bana şunu sordu bu filmin bir cd'sini alıp dvd player'a heyecanla koyuyorsun sonra ileri tuşuna basıp hızlandırıyorsun ve üç saatlik film onbeş dakikada bitiyor peki bundan keyif alabilirmisin? Cevabım haliyle hayır oldu. Bugün hala neden bisiklet diye  sorulduğunda bundan daha iyi bir cevap verilebileceğini sanmıyorum ve artık 'neden bisiklet' diye soranlara bende bu cevabı veriyorum. Düşünsenize aslında siz ne izleyeceğinizi biliyorsunuz ve zaten çok sevdiğiniz için o filmi gidip almışsınız hemen bitsin istermisiniz? 

    İşte bisiklet sürmenin keyfi burada başlıyor. Pedal çevirmeye başladığında daha  önce hiç dikkat etmediği bir çok şeyi görüyor insan, bu bazen sahilde balık tutan bir balıkçının oltasına yakalanan balıkla yaşadığı o sevincin yüzüne yansıyan ifadesi, bazen elele yürüyen bir çiftin  birbirlerine bakarken parlayan gözleri, bazen ise yolun kenarında yüzyıllardır dim dik duran bir ağacın heybeti olabiliyor. Arabanızla işe giderken steril küçük bir kutunun içerisindesiniz, dünyada, gerçek hayatta insanlar neler konuşup, yaşıyor yada nasıl bir yüz ifadeleri var göremiyorsunuz. Hepimiz, hızlıca geçip gidiyoruz ve çoğu zaman kafamızı çevirip denizin her mevsim değişen maviliğine bakmak, dalga seslerini dinlemek aklımıza bile gelmiyor. 

    Zaten çok keyifli olan bu aktiviteyi daha da keyifli hale getiren şey ise tabi ki bisiklet üzerinde dinlediğim müzikler. İşte Chopin' de burada devreye giriyor. Fransız göçmeni olan 1810 Varşova doğumlu Frederic Chopin ilk müzik derslerini annesinden alıyor, 6 yaşında dehasının keşfedilmesiyle birlikte  8 yaşına geldiğinde Bohemyalı bir piyanist olan Zyvny' dan piyano dersleri almaya başlıyor ta ki 12 yaşında hocası benim artık ona öğretebileceğim birşey yok diyene kadar. O zamana kadar Bach, Mozart ve Beethoven' ın bir çok eserini seslendiren Chopin 1822' de Varşova Konservatuarına başlıyor ve Beethoven' ın ölümüyle birlikte tüm dikkatleri üzerine çekiyor.  

    Constantina isimli bir kıza aşık olan Chopin, henüz onaltı yaşındayken ilk bestelerini sevgilisi için yazıyor. Hocasının elinden tutmasıyla 1829'da Viyana'da konserler vermiş olsa da onun serbest formlarda yazdığı eserleri o zamanlar klasik akımın adeta merkezi olan Viyana' da haliyle hakettiği ilgiyi görmüyor ve babasının Fransız olmasının da etkisiyle soluğu Fransa'da alıyor. O yıllarda Paris, sadece müzisyenleri değil, Hugo, Balzac gibi yazarları, Delacroix gibi ressamları da buluşturan romantik dönemin başkenti niteliğinde bir şehir. Chopin her ne kadar zengin ailelerin çocuklarına ders vererek geçimini sağlayıp hayatına devam etse de, Cherubini, Mendelssohn, Listz ve Berliöz gibi gibi ünlü müzisyenlerle tanışma şansı da yakalıyor. 

    Aylar, yıllar böyle geçiyorken 1837 yılında kendisinden 6 yaş büyük, 3 çocuk annesi, toplum kurallarını küçümseyip reddeden, meydan okuyan,  tepkisini erkek kıyafetleri giyerek gösteren George Sand ile tanışıyor ve kısa zamanda aralarında tutkulu bir aşk başlıyor.  Hiç kuşkusuz ki George Sand ile 1847 yılına kadar 10 yıl süren inişli çıkışlı ilişkisi süresince Chopin sanat hayatının en verimli yıllarını yaşıyor. 

    Bu ayrılığın ardından İngiltereye giden Chopin, bitkin düşmüş bir halde Fransa'ya geri dönüyor ve çok geçmeden 1849 yılında Pariste henüz 39 yaşındayken veremden hayatını kaybediyor. Ölümünün ardından Kalbi, vasiyeti üzerine bir kutuda Varşova'da bir kiliseye götürülüyor. Kalbi kutuda saklamak Polonya' da büyük bir aşkın simgesidir diyor Ünlü Polonyalı tarihçiler. Zaten Chopin'in Polonya'ya olan aşkını da "Polonaise" isimli eserinden kolayca anlayabilirsiniz. 

    Polonya' da kalbi kutuda saklamak büyük bir aşkın simgesi tamam ama acaba bizim toplumumuzda neyi simgeliyor bilemiyorum. Çünkü son zamanlarda etrafımda gördüğüm, tanıştığım, tanıdığım herkes kalbini bir kutuda saklıyor ve ona her an kırılacak bir kristal muamelesi yapıyor. Geçmişte yaşadığımız acı deneyimlerin sonucunda çoğumuz kırılmaktan korktuğumuz için, aslında hiç olmadığımız bir insan gibi davranıyoruz. Böylelikle güvende ve özgür olduğumuzu sanıyoruz ama kendimize en büyük kelepçeyi yine kendimiz takıyoruz. Samimiyetten oldukça uzak yaşamlar sürerken, herkes herzaman çok meşgul ve dolayısıyla çok yorgun. Sürekli bir yerlere, birşeylere yetişmeye çalışıyoruz. Yapmak istemediğimiz herşey için mükemmel bahanelerimiz var. Peki bu koşuşturmanın içerisinde kalbimizi ne kadar dinleyebiliyoruz hiç sordunuz mu kendinize? Ama nedense kendimiz bile dinleyemezken birinin çıkıp kalbimizi dinlemesini, bizi anlamasını ve sevmesini bekliyoruz. Ömür boyu hergün aynı güne uyanmak gibi bir kısır döngü bu ne saçma...

    Bisiklet özgürlüktür derler ya hep  birgün bisikletimde, Chopin C#m Nocturne dinlerken,  durup bir düşündüm. O an evet tam olarak o an kendimi gerçekten kendim gibi hissettiğimi farkettim. Chopin'in o eşsiz melodisi, çevirdiğim pedalların etkisiyle hızlanan kalp atışlarımın ve nefes alıp verişimin sesiyle birleşip adeta içiçe geçmişken yalansız, dolansız olmak istediğim gibi veya olmam gerektiği gibi değil, olduğum insan gibi hissettim kendimi. Sonra Chopin'i düşünmeye başladım bu eseri nasıl bir aşkla, nasıl bir tutkuyla yazmış olabileceğini. Düşündüm, hemde kilometrelerce düşündüm. Peki biz birine, böyle bir aşka, tutkuya kalbimizi nasıl açabiliriz ki? hele de o kalbi bir kutunun içine koyup saklamışken....

    Geçenlerde H. G. Wells'in bir sözünü okudum " Ne zaman bisikletin üzerinde bir yetişkin görsem, insanlığa dair umutlarım artar." diyordu. Ve anladım ki benimde bisiklet sürmeyi böylesine tutukuyla sevmemin sebebi pedal çevirmemle artan kalp atış hızım değil, kendime, sevdiklerime, insanlığa dair artan inancım ve umutlarım.